DEVEYE DEMİŞLER
DEVEYE DEMİŞLER BOYNUN EĞRİ, NE ALAKA ,TÜRKİYE'DE YAŞAMIYORUM, AYRICA ECZACI DA DEĞİLİM DEMİŞ!
Geçenlerde bir meslektaşım,
– Ne zaman çıkacak sizin satanist dergi diye sordu.
– Hayırdır inşallah dedim. Nerden satanist oluyormuş bizim dergi?
– Bir baksana her sayınızın kapkara bir kapağı ve de bol alevli resimleri var.
Baktım, haksız da değildi. Mesleğe ilişkin görüntülerdi ve demek ki mesleğin durumu alevlerle ve karanlıkla anlatılabiliyordu.
Bu sayıya da durumumuza ilişkin bir kapak yapsak, kökten satanist olacağız. ( Bunu da ben uydurdum) Ama pembe mavi kullansak da, kapağın durumla alakası hayli kel olacak!
Neyse basım aşamasına daha var, demokrasilerde de çare tükenmez! Milli gelirimizin bir gecede beş bin dolardan yedi bin dolara yükseldiğini pembe bir fonda verebiliriz mesela, maliye bakanımızın da gök mavisi takım elbiseli bir fotoğrafını basabiliriz.
“The banker” dergisi Sayın Unakıtan’a 2007 yılı Avrupa’da yılın maliye bakanı ödülü vermiş. İnsanların kıçındaki donu bile satıp hala %47 oy alabildiği için olsa gerek! Aslında yurdum insanına yılın seçmeni ödülü verilse daha yakışık alırdı!
Türk Eczacıları Birliği önceki yöneticilerimizle bir dolu eczacı odamız da Sayın Domaç’a mesleğimize katkıları nedeniyle devasa bir plaket vermişler.
İyi ki sosyolog veya psikolog değilim, bunca yıl okuduğunuz kitapları kese kağıdı yaptırır bu insanlar adama!
Aynı sevgili yöneticilerimiz, hani o devasa plaketi verdikleri günlerde, yaşadığımız bin bir meslek sorunundan da acayip üstü şikayetçiler.
Milletvekilliği uğruna yıllardır PETKİM hisselerinden daha fazla satıştayız biz eczacı parçaları!
Ve devasa plaket!
Bilgisayara sorsan motoru yanar vallahi!
Bende konudan konuya atlamak gibi bir davranış bozukluğu oluştu son günlerde. Aklıma bağımsız bir özdeyiş geldi, inek kaynaklı olamayacağına göre kasap kaynaklıdır muhtemelen. “Yalaka inek kasabın bıçağını yalarmış”!
Türban üniversiteye girdi, giremedi, yine girdi, vazgeçti derken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yaptı mı bir komünistlik, bize de düştü mü papatya falı açmak. Kapanır, kapanmaz, kapanır……….. “Bana kadar demokrasi”ciler de pik yaptı eşyanın tabiatı olaraktan. Kazandıkları davalarda hukuka sevgi ve saygılarını sunanlar, D.T.P.’nin kapatma davasında, “en büyük yargı bizim yargı” diyenler, bir zamanların en büyük yargısına cihat ilan ettiler. Türbanı mecliste kadınlara savundurdukları gibi, cihadın ön saflarında da dönekler görevlendirildi.
Derken bir duayen gazeteci, bir siyasi parti genel başkanı, bir eski rektör, güneş ufka yaklaşırken derdest edildi. Hukuka sövenler, bir kez daha kesin pardon geçici dönüş yapıp, hukuk bağımsızdır, yargıçlar görevlerini yapıyorlar demezler mi! Bir anda sırılsıklam salak yerine konduğunuzu hissediyor, kirpi moduna giriyorsunuz.
Yurdum insanı demokrasi kuramcılarını çıldırtmak üzere programlanmış olabilir mi acaba? %51 cinayet serbest bırakılsın dedimiydi, demokratik cinayetler ülkesi olmak uyar mı bize?
Tabut hocanın omuzunda cenaze kaldırılıyor. Tabuttaki adam, açıyor tabutu, sesleniyor hocaya.
– Hocam ben bayılmıştım öldü zannettiler, beni kurtar.
Hoca cemaate bakıyor, kalabalık, dönüyor tabuttakine.
– Vallahi cemaat çok kalabalık, bir bildikleri var ki seni gömüyorlar, hadi Allah rahmet eylesin!
Diri diri hangi değerlerimizi gömüyoruz dersiniz?
Bunlar var ya bunlar, demokratız, özgürlükçüyüz derler, ama bir metrelik bez parçasıyla uğraşırlar!
Türk insanı olarak salak yerine konma konusunda şerbetliyiz şerbetli olmasına da, “o kadar da değil” moduna sokulmamız da haksızlık!
ODTÜ’deki türban karşıtı gösteride bir pankart dikkatimi çekti: “Özgürlükçüyüz ama salak değiliz.” Dört sözcükte olayı çözmüş ODTÜ’lüler.
Bu sıralar halkımız meşgul olsa gerek. Başbakanımızın direktifi üzerine üç çocuk yapacağız ki bereketli olacak. Çocuklar gece yatacaklar sabah kalkmışlar ki gemicikleri var. Koskoca bir holdingin genel müdürü olmuşlar. Bundan bereketlisi Şam’da kayısı!
Tanzimat döneminde, Abdullah Cevdet kardeşimiz, “Neslimizi ıslah edip güçlendirmek için, Avrupa ve Amerika’dan damızlık erkek getirmeliyiz.” demişti. Nur içinde yatsın, derya gibi adamdı, Avrupa Birliği’ne girebilmenin yolunu o günlerde görebilmişti muhterem!
Cennette ve cehennemde iktidar ve muhalefet partileri arasında turnuvalar düzenleniyormuş, ancak son yıllarda cennette takım çıkarılamadığı için turnuvalar iptal edilmiş. Vallahi ben bilgisayarın yalancısıyım!
Ulucami’nin önünde iki bıçkın delikanlı, yaşlı bir kadından, Peygamber’in torunları olduklarını, cennetten geldiklerini söyleyip dönüş yolu için borç almışlar. Manzara-ı umumiye böyle olunca siyasetçilere ağır tahrikten suç indirimi de caizdir.
Koç Holding Migros’un %50,8’ini, Yunan-İngiliz ortaklığına satmış, parayı da Vakıfbank, İş ve Garanti Bankaları sağlamış. Yani parayı biz verişiz, bizim paramızla bizim malımızı yabancılar almış. Unakıtan da yılın maliye bakanı ödülünü!
Doğan Cüceloğlu, keyifle okuduğum değerli bir bilim insanı. Son kitabı “Korku Kültürü”nde, insanlar neden evlerini temiz tutar da, sokağa tükürür sorusunu yanıtlıyor, biz bilincini anlatıyor.
Bir dolu kooperatifimizin, sivil toplum örgütünün, spor kulübünün, en önemlisi de siyasi partilerin ve iktidarların başarısızlıklarının bilimsel açıklamasını yapıyor.
“Türk insanı, doğumdan itibaren ailede, okulda, toplumda, devletle ilişkisinde sürekli bir acizliği öğrenme sürecinde. O nedenle başka bir toplumda sıradan bir vatandaşın kolayca ve rahatlıkla düşünüp yapacağı bir şeyi, benim vatandaşım çözme çabasına girmek yerine, kaderi kabul edip onunla yaşıyor.” diyor Cüceloğlu, öğrenilmiş acizliği anlatıyor.
Ben en çok “çocuklarımıza malumat yüklemeye eğitim diyorlar” saptamasını tuttum. Yüklüyoruz malumatları, yapıyoruz ÖSYS’leri, üretiyoruz öğretilmiş acizler, sonra da bekliyoruz ki ülkeyi kurtarsınlar!
Öğretilmemişler veya öğretimden esirgenmişlerse, bu yazıyı fena halde aşar!
Büyük Atatürk “Bilgisiz ve bilinçsiz bir halk topluluğu, ulus olma hakkına asla sahip olamaz.” derken, bilgiyi malumata, bilinci öğrenilmiş çaresizliğe dönüştürebileceğimizi düşünmüş müydü acaba?
Yaşadıklarımızı yorumlarken, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün şu tümcesini hiç unutmuyorum: “Emperyalizm, takkeli ve sarıklı ihaneti yanına almadan bu coğrafya’da başarılı olamaz!”
Suudiler, sevgililer gününde kırmızı gül satışını yasaklamışlar. Biz de, kadınbudu ve dilberdudağı üzerinde çalışıyoruz. Sadrazamlarımız erkek olduklarından, vezirparmağı müstehcen bulunmamış.
Vezirparmağı denince, ne hikmetse S.G.K. düşüyor aklıma. Çektiğimiz çilede hangi vezirlerin parmağı var, biliyorsunuz. Pardon, doğal ki bilmeyenleriniz ve bilmeye yanaşmayanlarınız da var tabii. S.G.K., “ben anlaşma yaparken kafama göre takılacağım” deyince kızılca kıyamet koptu. Kime sorsan, hangi siteye girsen T.E.B. göreve diyorlar. Hani yıllardır Domaç’ı seçenler o terfi edince rahle-i tedristen geçenleri destekleyenler, üstüne plaket de verenler şikayetçi. Üzgünüm, durum pek kabil-i rücu değil. Doktor kardeşlerimizin ölüm fermanları imzalandı, bizimki imzalandı mı bilmiyoruz ama, imzaya çıkarılmak üzere epeydir beklediği tahmin ediliyor. Bizim birliğimiz de, reste restle karşılık veriyor, o da aynen bekliyor. Eczacılık tarihinin en iyi bekleyen heyetleri de bizim kısmetimizmiş!
Antony Robbins demiş ki, “Kendi gelecekleriyle ilgili planları olmayanlar, başkalarının planlarına dahil olurlar.”
Bir planımız bile yok, yapmamakta kararlıyız ve mesleğimiz için, geçmiş olsun döneminden başımız sağ olsun dönemine doğru ilerliyoruz.
S.G.K. mesajı gitti ekrandan, bir gece ansızın dönebilirim diye mırıldanarak. Eski başkanımız bakanların memleketlerine hastane yaptırıyordu, borç batağındaki meslektaşlarımızın paracıklarıyla. Yenisi, sporcu ve “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” ilkesini şiar edinmiş. Vallahi ben bir koşulda sportif yardımların yanındayım: “Bir sistem nasıl işletilmez.” konusunda harikalar yaratan S.G.K. yöneticilerini de sabah sporuna katabilmeleri kaydıyla. Hani biraz önce, evi tertemiz olanlar sokaklara neden tükürüyor demiştik ya. Eczanesinde her kuruşun hesabını soranlar, yönetici olunca el aleme sporcu transfer ederler. Cevabının nerde olduğunu biliyorsunuz!
SSGSS yasa tasarımız da hayata geçtimiydi, değmeyin keyfimize! Milli gelirimizi bir gecede arttırdık, paraysa para, SSGSS’yi çıkardık, sağlıksa sağlık, yine de oy vermezseniz gözünüze yüzünüze dursun! Acaba başbakanımız herkese üç çocuk yapın derken yeni SSGSS ile parası olmayan nüfustan bayağı bir telefat vereceğimizi düşünmüş olmasın. Ben bu SSGSS’nin açılımını tahmin ediyorum ama, bu yaştan sonra bir daha hapis cezasıyla uğraşamam valla!
Biraz da T.E.B. genel kurulundan söz edelim dilerseniz. İki yılda bir izlediğimiz senaryo yenilendi beklenildiği üzere. Heyetin giderek cazip bir yer olması talipleri de arttırınca, kürsülerde meslek elden gidiyor diyenler, kulislerde ben listeye gireyim gerisi yalan moduna girip, mesleği yine mezata sundular.
Bense, sakıncalı konuşmacı olmanın dayanılmaz hafifliğini bir kez daha yaşadım. Epeydir toplantı yöneticileriyle dalaşmadan kürsü alamıyorum. Kuşadası’ndaki bölgeler arası toplantıda, bugünün T.E.B. ikinci başkanı, o günün Aydın Eczacı Odası başkanı Şevket kardeşim, daha önce verdiği sözü, bugünün milletvekili, o günün T.E.B. başkanının uyarısı üzerine iptal etmiş, söz vermemişti. Emir demiri keser deyip ses etmediydik. Sonra pamuk kaledeki bölgeler arası toplantıda yine eski T.E.B. başkanımız müdahale ettiyse de o günün Denizli Eczacı Odası başkanı patronun uyarısına uymadı, konuşturdu. En ilgincini ise Diyarbakır bölgeler arası toplantısında yaşadım. Ülkedeki demokrasi eksikliğinden şikayetçi Diyarbakır Eczacı Odası başkanımız, önce verdiği sözü iptal etti, makamını ziyaret edip şarladığımda, salonun ön sırasında oturan Mehmet Kaya kardeşime baktı, O’nun kafa sallaması üzerine onay almanın rahatlığı ile söz verdi de, ben konuşmaya başladım, elektrikler kesildi. Günahı kesenlerin boynuna!
“Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş.”, T.E.B. büyük kongresinde, ilk gün lobide divan başkanımıza sordum. Yarın söz alacağız, bugünden adımı yazdırayım mı diye. Malatya Eczacı Odası başkanımız divan başkanımız, bugünden yazdırmamı önerdi. Gittim, divan üyesi Giresun delegesi Hayati kardeşime adımı yazdırdım, bugün mü yarın mı konuşmak istersin dedi, yarın dedim, sana şu konuşmacıdan sonra, tahminen şu saatlerde söz vereceğiz diyerek işi bağladı. Gel zaman git zaman konuşma zamanım geldi, geçti, benden sonra isimlerini yazdıranlar konuştu, benim adımla ilgili tık yok. Yine şarlama moduna geçerek divan başkanına, ne iş bu iş dedim. Çok fazla insan konuşmuş, sırada oda başkanları varmış, onlar konuşacakmış, kusura bakmayacakmışım. Kızmasına kızıyorum da hoşuma da gitmiyor değil, kimseye koymadıkları engeli bana koyduklarına göre, kendimden menkul de olsa bir kerametim olsa gerek diye kıvanıyorum. Artık rolümü kavradığım için en kısıtlı dönemde on dakikalık söz hakkımı kavga dövüş alabiliyorum. Konuşma aslında uzun ama ana başlıklarıyla da olsa paylaşıyorum meslektaşlarımla. Konuşabildiğim bölümü dergimiz sayfalarında bulabilirsiniz.
Yetkili kurumlarımızı seçtik anamızın ak sütü gibi helal oylarımızla. 6-5’lik sonuç çıkınca bitmesi beklenen mücadele yine alevlenmez mi! Havalar puslu olunca birileri aradan sıyrılıverir kimi zaman. Bu kez de öyle oldu. Eski Aydın oda başkanımız bir anda kendisini T.E.B. ikinci başkanlığında buluverdi. Eeee at binenin kılıç kuşananın, kılıç da yakıştı Şevket başkanıma. Eski T.E.B. başkanımızın ve de siyasi iktidarın konuyla ilgili bilim kurgu çabalarını anlatırsam, inandırıcılığımı yitirebilirim, ayrıca dedikoduyu da hiç sevmem!
T.E.B. genel kurulu bitti, görevler paylaşıldı, artık sıra eczacılık mesleğinin sorunlarına geldi diyorduk ki, Batman Eczacı Odası başkanımızın zehir zemberek bir bildirisi ulaştı elimize. Seçimde oy vereceğim diyip de vermeyenlere çok fena kızmış, beni kandırdınız, ayıp denen bir şey var diyor. Başkanın sabah şerifleri hayırlı olmuş!
Aslında Allah gönlüne göre vermiş başkanın ama başkan anlayamamış. Yıllardır her genel kurulda dönek ağırlıklı kadrolara veriyor o süt rengi oylarını. Delege kardeşlerimiz de, başkan dönekliğe bu kadar destek verdiğine göre dostumuzun gönlüne göre davranalım deyip bir döneklik de onlar yapmış, oy vermemişler. Dürüstlüktür, ilkeliliktir, tutarlılıktır, hakikaten her eve lazım kavramlar, gün gelip herkese gerekli olabiliyor.
Yaşam sürüyor, ülkemiz, mesleğimiz baş aşağı gidiyor. Biz öğrenilmiş çaresizliğimizle, bilgisizlik, bilinçsizlik, sorumsuzluk ve de olağanca korkaklığımızla kör parmağım gözüne gelen felaketi seyrediyoruz. Korktuğumuz için mi kaçıyoruz, kaçtığımız için mi korkuyoruz belli değil, bilsek de neye yarar sanki!
Ben bu sayıdaki yazımı ilk kez bir şiirle bitireyim, William Shakespeare’den, bizi de anlatan dizelerle.
Düz yazının yapamadığını bu kez şiirden umalım, olmayacak duaya amin de olsa!
NELERDEN KORKUYORUZ?
İnsanların çoğu, kaybetmekten korktuğu için,
Sevmekten korkuyor
Sevilmekten korkuyor,
Kendisini sevilmeye layık görmediği için
Düşünmekten korkuyor,
Sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor,
Eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor,
Reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor,
Gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor,
Dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor,
Aslında yaşamayı bilmediği için.